buyrun;
Sakarya – Uşak
Kimi arkadaşlar annemin rahatsızlandığını zannetmiş geçmiş olsun dediler ama öyle değildi.
Gençlik yıllarından beri yana tutuşa yapmak istediğin şeyi, bir çok şeyi göze alıp bir çok hazırlık yaptıktan sonra yapar iken alınan bir haberdi evdeki ayrılık.. Gökten kafaya düşen meşe kütüğü gibi..
Sonra velhasıl kelam arayı düzelttik ve Adapazarı’na döndükten sonra yola çabucak çıktık.(çıktık derken yalnızım.)
Günlerden 16 Eylül Cuma. Allah kabul etsin. Adapazarı’ndaki evden gişelere gidene kadar yine epey yürüdüm ve yoruldum. Artık sanki biraz daha alışmıştım. Ne yapacağımı biliyor gibiydim.
Kağıdıma uşak yazdıktan sonra sağ elimin baş parmağını kaldırdım. Saat 12 gibiydi.
13 oldu.
13:30 oldu.
Baktım duran yok. 13:30 da gişelerin hemen ilerisinde Adapazarı yönü ile Bilecik-Antalya yol ayrımı var oraya geçtim. Orada bir 15 dakika bekledikten sonra günün ilk aracı durdu. 2011 model Audi A6. İyi bir başlangıç. :) Porsche Cayenne e de otostop çekmiştim ama evet durmamıştı.
Abim Antalya’ya gidiyordu sağolsun beni de aldı ve Kütahya civarlarına kadar bırakıverdi. Arada bir çay molası verdik; güzeldi.
Kütahya civarına geldikten sonra arabadayken çalan ama cevap veremediğim telefonuma bakarken çantamı alıp yolun kenarına otostop çekmek için çekiliyordum. O sıra biri seslendi. Baktım biraz ilerde bir Ford Connect. Ne el etttim ne de gördüm. Adamlar durmuş. Erzurumlu 3 genç direk alıverdiler beni. Bursa’da lokanta işi yapıyorlarmış. Onlar da beni yanılmıyosam Isparta kavşağına kadar bıraktılar. Isparta kavşağına gelince yolun karşısına geçtim ve arkadaşım Gürol’la telefonda konusurken bir tır döndü kavşaktan; önümden geçen ilk araçtı, otostop çektim ve durdu.
Abimin nereye gittiğini hatırlamıyorum ama aslında otostopçu almaya tövbe ettiğini(çünkü dolandırılmış) ama beni görünce tövbesini bozduğunu söyledi. Sağolsun varolsun beni Uşak merkeze kadar bıraktı.
İlk varış noktam aslında Uşak’ın Ulubey ilçesiydi. Çünkü Dünya’nın 2. en büyük kanyonu buradaydı.
Şehir içinde yaklaşık 2 km kadar gittikten sonra Ulubey yol ayrımının biraz ilerisinde otostopuma basladım. Yaklaşık son 30 km idi. Akşam olmaya başlamıştı. Tahmini 45 dk belki 1 saat geçtikten sonra Eşme li bir abi Fatih kamyonuyla durdu.
Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra yolunun dışında olmasına rağmen beni kanyonun önüne kadar bırakıverdi koca kamyonuyla.
Kanyona vardığımda hava kararmaya başlamıştı. Aslında vardım dediğim kanyonun önündeki koruluk. Burada mangal yapıp oturup yemeye yerler var ama gel gör ki insanlar kendini alkole vurmuş ve tüm pisliklerini geride orada bırakmışlar. Koruluğun içerisinde ilerlerken mangal yapan Ulubey li 2 genç beni masalarına davet etti. ben de kaçırmadım. Oturdum sağolsunlar neleri varsa paylaştılar. Yunus-Yıldırım-Kamil.
Sonra da çadır ı kurmak için kanyona bakan buğday tarlalarından birine götürdüler beni.
Saat gece 11 gibi çadırı kurduk. Hava çok rüzgarlıydı ve koruluktaki belediye tesisinden gelen müzik sesi kulak acıtıyordu. Daha önce de defalarca çadırda kalmıştım ama Anadolu’nun bilmediğim bir yerinde bir tarlanın ortasında tek başıma çadırda kalmam beni biraz korkuttu. Bu ve bundan sonraki geceler hep elimde biber gazı ile uyumaya çalıştım.
Sabah olduğunda daha henüz güneş doğmamışken çadırdan çıkıp manzaranın keyfini çıkardım.Çadırı toplayıp Uşak merkeze doğru yola çıkarken kanyonun kenarında gördüğüm inşaat molozları beni çok üzdü. Elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz! Bu kanyon dünyanın 2. büyük kanyonu olmasına rağmen içerisindeki akarsunun kirliliğinden mütevelli turizme açılamıyor yada başka sebepten.
Oradan yine otostopla uşak merkeze gidip müzeyi gezip Karun’un hazinelerine baktım. Şunu söyleyebilirim ki parçalar muazzam ama pek birşey kalmamış yani diyebilirim ki Bülent Ersoy’un hazinesi daha bir cafcaflıdır.
Uşak - Sonsuz Şükran Köyü
Uşak Merkez’deki müzeyi ziyaret ettikten sonra Konya’ya gitmek üzere şehir çıkışına doğru yürümeye başladım. Karşımda ışıklar. Orada biraz takıldıktan sonra ileride sağda cami var yanında gölgelik eden bir ağaç; onun altına geçip otostoba başlıyorum. Gideceğim yer: Konya ili, Hüyük ilçesi, Çavuş kasabası.
Buraya gidiyorum çünkü İstanbul’daki Fransız Sokağı’nın kurucusu Mehmet Taşdiken’in kendi köyünde kurduğu bir sanat buluşması; Anadolu’dan alınanın tekrardan Anadolu’ya verilmesi; şükran iadesi minvalinde bir proje: Sonsuz Şükran Köyü. işte link: http://www.sonsuzsukrankoyu.com.tr/
Hep deriz ya orda bir köy var uzakta gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür, hani şarkısı da var. Bence öyle değil. Bir belgeselde izlemiştim. Amerikan askeri bir kadın subay savaş gemisinde çalışırken 1 seneden fazladır göremediği kocası için şunları söylüyordu: "Artık görmediğin birini sevemiyorsun." Uzakta olan bir köyü gidip görmeden orada kalmadan, yaşamadan, koklamadan o köyün kendine ait olduğunu düşünmek saçma; hissetmekse imkansız bence. Benim de Anadolu turuna çıkarkenki düşüncelerimden biri de buydu; buralıyım dediğim toprakları görmek.
Neyse bir antreden sonra devam etmiş olalım. Uşak çıkışında yaklaşık yarım saat bekledikten sonra Konya’ya giden bir abim beni arabasına aldı. Yolda mola verdik ve gözleme yedik. Sağolsun o ısmarladı ve şunu söyleyebilirim ki bindiğim her araçta her sürücüde muhabbet ederken kendimi bulabildim; bana ilginç gelen yada her sürücüye göre muhabbet üreten kaypak ben. Bilemiyorum henüz anlayabilmiş değilim.
Hüyük’e gitmek için Uşak-Konya karayolunda Doğanhisar, Hüyük yol ayrımında araçtan indim. Her zaman olduğu gibi büyük teşekkürlerl araçtan indim. İnince yol ayrımın biraz ilerisine gittim. İleride bir ağacın gölgesine oturuverdim. Belki yarım saat belki daha da az bir süre sonra bir kamyon durdu. Yolumu sordu Hüyük dedim alıverdi. Yalnız beni aldıktan 2 dakika sonra yolun trafiğe tamamen kapalı olduğunu ve yolun yeniden yapıldığını aradan dereden çalıştığı taş ocağına gittiğini tek tük de olsa bazen araç geçtiğini söyledi. Tabi bu durumun üzerine ben dumur oldum çünkü anayolda bu yolla ilgili yol çalışması olduğuna dair hiç bir işaret yoktu. Biraz ilerledikten sonra gördüm ki hakkaten yolun üzerine topraktan set çekip yolu kapamışlar. Neyse bu kamyonla kapalı yolda yaklaşık 10 km kadar gittikten sonra inşaat firmasına ait bir su tankeri görünce benim kamyonun şöförü durdu ve suyu nerden aldıklarını sordu onlar Doğanhisar deyince beni götürüp götüremeyeceklerini sordu onlar evet dedi ben de kamyondan indim. Hemen su tankerine yanaşıp selam verdim. Çantamı görünce korktular yer olmadığını söylemeye çalışacakken şöyle deyiverdiler: "Eğer seni alırsak şirketle başımız belaya girer" ben de eyvallah deyip yolun kenarına geçtim bir gölgeye ve otostop çekmeye başladım diyeceğim ama etrafta araç yok.Sadece bir kaç dozer. 1 araba geçti sonra 1 pick up 2 sine de el ettim durmadılar. Sonra ileriden pick up geri döndü yanımda durdu. Benle yaşıt bir gençti. Nereye gittiğimi sordu. Hüyük’e gitmeye çalıştığımı söyledim. Eğer onla takılırsam beni Doğanhisar’a kadar bırakacağını söyledi ne kadar takılırım dedim 15 20 dk dedi. Oh çektim. kendisi yolun mühendisiydi. 85 dogumluydu Hüyüklüydü.
Onla biraz takıldıktan sonra beni sağolsun Doğanhisar’a kadar bıraktı. Doğanhisar’da bir mezarlığın kenarında yarım saatten fazla bekledikten sonra Hüyük’e otobüslerin gittiğini söylediler. Ben de fazla zorlamadan otobüse bindim. 5 TL. Normalde 5 TL çok büyük para değil ama 600 kmyi bedavaya gelip 15-20 km için 5 tl vermek adama o kadar çok koyuyor ki anlatamam.
Hüyük’e varınca çevredikilere Şükran Köyü’nü sordum; haberleri yoktu. Bir festival olduğunu söyledim; vatandaşın teki büyük çantamı ve cüssemi görünce güreş festivali mi güreşçi misin diye sordu yok dedim ama canınız güreş çektiyse parasına güreşebilirim. Yok dedi ben almayayım :D . Çavuş için yol tarifini aldıktan sonra yürümeye başladım.20 dk sonra Sonsuz Şükran’a giden benden yaşça küçük biri kendisi durup beni Sonsuz Şükran’ın içine kadar bırakıverdi; projeden etraflıca bahsetti çay ısrmarladı. Çavuş Köylüydü kendisi.
Köyde biraz soluklandıktan sonra çantamı bırakıp elimde fotoğraf makinasıyla keşfe çıktım. Yaklaşık 10 kadar ev yapılmıştı kerpiçten. Kenarında bir su birikintisi hemen yanıbaşında land art çalışmaları...
Evlerden gelen müzik sesini takip ederek bir eve geldim içeri girmek için müsade istedim ve fukara İspanyolca’mla muhabbet ettim. Akşam olduğunda farkketim ki o müzik gurubu aslında festival akşamı çalacak olan grupmuş ki prova yapıyorlarmış.
Köyü gezdikten sonra çadırımı köye kurmaya karar verdim. Etrafta yabani hayvan olup olmadığını sordum ve Sonsuz Şükran Köyü Derneği Başkanı’ndan müsade istedim. Otostopla geldiğimi duyunca şaşırdı ve sevindi; misafirhanede kalmamı teklif etti ama ben çadırı tercih ettiğimi söyleyerek kibarca davetini reddettim. Daha sonra akşam yemeği için köyün meydanında toplanıldı sanatçılar otostopla geldiğimi duyunca şaşırmışlar ve benle muhabbet etmek istemişler beraber oturup yemek yedik. Güzeldi. Çadırımı kurup Çavuş Köyü’nün meydanındaki konser için köye doğru yol aldım.
Çok ilginç bir görüntü. Bir köy meydanında profesyonel bir sahne ve tesisat. Dinleyicler için okuldan getirilmiş ahşap sıralar... Önce Doğa İçin Çal’ın gösterimi yapıldı. Sonra ise Marokknroll konseri. Hepsi çok güzeldi. ispanyolca, ingilizce şarkıların söylendiği bir köy meydanında koşuşturan küçük çocuklar, meraklı bakışlarla çekirdek çitleyen teyzeler, bağrışan köyün genç kızları...
Gece yarısına doğru Çavuş Köyü’nden Şükran Köyü’ne doğru yürüdüm ve çadırıma geçip uyudum.
Sabah olunca güneşin doğuşunu kaçırmamak için Şükran Köyü’nün meydanındaki banklarda güneşin karşıdan doğuşunu izledim. Çok güzeldi. Yakınlarda Selçuklu döneminden kalma bir hamam olduğunu öğrendim. Köyün öteki tarafında, 3-4 km uzakta. Çok gitmek istedim fakat eğer oraya gidersem Çavuş’ta bir gece daha kalmam gerecekti. Zaman sıkıntım vardı, gidemedim. Sabah kahvaltıyı köydeki sanatçılarla beraber aynı masada yaptıktan sonra yola koyuldum. Yaklaşık 5 km lik bir yürüşün ardından İPEK YOLU na varıp Konya'ya gitmek için otostopa başladım...
Sonsuz Şükran Köyü - Konya
İpek Yolu’na çıktım. Bir 4 yolda bekliyorum. Diğer 2 si nereye gidiyor bilmiyorum ama birinin geldiğim köye diğerinin ise konyaya gittiğini biliyorum. Başlıyorum otostoba. Derken bir gürültü geliveriyor. O da ne İpek Yolu’na çizgi çekiyorlar. Turuncu büyük TCK kamyonuna otostop çekiyorum. Megafondan alamayız kardeşim diyor eyvallah çekiyorum. Biraz daha bekledikten benim geldiğim yerden gelip karşı tarafa geçen mobiletli yaşlı bi amca beni görünce yanıma geliyor ve ne yaptığımı soruyor. Konya’ya gitmeye çalıştığımı söylüyorum. Buradan zor olacağını söylüyor o arada bir araba çıkıverince acele el hareketleriyle arabayı durduruyor. Ben de sürücüye Konya’ya gitmeye çalıştığımı söylüyorum. O gönülsüzce ilerideki kavşağa bırakabileceğini söylüyor. O gönülsüz olduğu için ben de gönülsüzce çantamı arkaya koyup oturuyorum. Hiç muhabbet olmadan kavşakta beni indiriyor. Yolun karşısına geçip tekrar beklemeye başlıyorum. Sonra tekrar TCK’nın kamyonu geliyor. Yolda onları sollamıştık. Adam beni tekrar görünce şaşırıyor. Ben selam veriyorum o da selam veriyor karşılıklı gülümsüyoruz. Burada yaklaşık 1 saatten fazla bekledikten sonra çok az geçtiğinden dolayı Beyşehir’e giden bir minibüse atlayıp 3 TL’ye Beyşehir’e gidiyorum.
Beyşehir’de otobüs garında araçtan indikten sonra yolun kenarına çıkıp Konya’ya doğru hem yürüyüp hem de otostop çekmeye başlıyorum. Birkaç kamyon bir kaç araç geçiyor. Yürürken yolun kenarında gölgelik bi yer arıyorum. Saçak olur, ağaç olur, yok. Gözüme ilerideki benzinliği kestiriyorum. O sıra bir pick up duruyor. Sağ koltukta yaşlı bir kadını görünce şaşırıyorum. Çünkü genelde içinde aile olan araçlara otostop çekmiyorum farketmeden çeksem de onlar durmuyor zaten. Ben yanımda eşim varken bir otostopçu alır mıyım bilemiyorum. Onu yeterince süzmem gerekir sanırım. Neyse sol tarafa direksiyondaki abinin yanına geçiyorum. Selamlaşıyoruz. Konya’ya gittiğimi söylüyorum. Arabanın arkası dolu ama sıkışırsan gel diyor. İçimden abicim tek ayakta bile giderim diyorum ama ona belli etmiyorum. Çantamı minibüsün kasasına atıp arka koltuğa battaniyelerin yanına oturuyorum. Kendimi tanıtıyorum. Abim de kendini tanıtıyor. İzmir’den gelip Hakkari’ye gidiyorlarmış. Konya’da bir tanıdıklarına uğrayacaklarmış. Yandaki annesiymiş. Teyzem Türkçe bilmiyor ama sonsuz Kürt misafirperverliğiyle çay uzatıyor bana. Teşekkür ediyorum içiyorum. Bir de bayram şekeri veriyor sağolsun. Yaklaşık 100 km kadar uzakta Konya. Biraz muhabbet ediyoruz. Politika yapıyoruz ama nedense ülke kurtulmuyor dertten. J Diğer bir çok yer gibi benim Konya’ya ilk gelişim. Direksiyondaki abim daha önce de 2-3 sefer gelmiş ama otobüsle. Konya’ya bir tepeden giriyoruz tüm Konya ayaklarımızın altında. Hani deniz kenarında yaşanların denizden uzakta yaşamalarını mümkün görememeleri var ya. Ben de biraz o kesimdeydim ama Konya’yı o tepeden görünce sanki denize bakmış gibi oluyorum. Kocaman bir düzlük ve alabildiğince yapı. İstanbul büyük evet ama engebeli arazisinden dolayı bunun pek farkına varamıyoruz görsel olarak. Bence eğer istanbul böyle bir düzlükte olsaydı sagdan sola buradan ufka kadar gözün göremeyeceği kadar uzanırdı. Abimin araçla ilk kez gelişi olduğu için onun da manzara çok hoşuna gidiyor ve durup fotoğraf çekiyoruz. Sonra şehir içine giriyoruz. Bir kaç trafik ışığı geçtikten sonra sağa parkediyoruz. Çok çok teşekkür ederek çantamı yüklenip yürümeye başlıyorum. Bir internet kafe buluyorum. Cs den hostumla irtibata geçtiğimde il dışına çıktığını söylemişti. Onun için başka bir host bulmam gerekiyordu. Acil olarak bir kaç çırpınıyorum. Sonra kalkıp Hz. Mevlana müzesini sorup o yönde yürümeye başlıyorum. Şehirler hakkında çok fazla bilgi toplamadan gidiyorum. Mesela Konya Merkez’e gelmemin sebebi Hz. Mevlana Müzesi idi. Fakat ona doğru giderken Alaeddin Keykubat Camii ni görüyorum ve içeri giriyorum. Taş ve ahşap işçiliği harika. Hastasıyım. Daha sonra ordan çıkıp Hz. Mevlana müzesine insanlara sorarak gitmeye çalışıyorum. İnsanlardaki mesafe duygusuna güvenmediğim için ileride başka birisine tekrar sorduğumda müzeyi arkamda bıraktığımı söylüyor. Peki buralarda başka bir yer var mı görülecek diye sorduğumda İnce minareli Medrese’yi söylüyor. Oraya doğru gidiyorum. Eğer burayı bilseydim gelmeden bu kadar sevinmezdim. Dediğim gibi taş işçiliğinin hastasıyım ve bu caminin girişi ve minaresi muhteşem ötesi. Kesinlikle gidin görün. Her odacıkta farklı taş ve ahşap eserler var onlar da kapı kadar olmasa da bi hayli güzeller. İçeride ayrıca Selçuklu’nun simgesi çift başlı kartal da var. Buradan ağzım açık bir şekilde çıkıp Hz. Mevlana müzesine doğru yürüyorum. Giriş için 3 TL veriyorum. Saçma geliyor. Dikkatimi çeken bir başka şey ise çok fazla yabancı turist olması. Ortada bir Sufi Felsefesi ve Hz. Mevlana var. Tabi ya şimdi bunları yazarken zat-ın o ünlü sözü aklıma geliyor. “Ne olursan ol gel” . İçerideki manevi hava çok farklı. Bu müzenin görmeye en değer yerleri ve parçaları fotoğraf ve kamera kaydına kapalı. Bence bu çok iyi. Çünkü merak edenlerin gidip görmesi için bir vesile ama aynı zamanda şöyle bir gerçek de var. Hiç bir kamera yada makine gözün gördüğünden güzel göstermiyor. İçeriyi geziyorum. Görevliler kapanış saatinin geldiğini söylüyorlar ve dışarı çıkıyorum. Su şişemi bahçedeki çeşmeden doldurup oradan ayrılıyorum. Cs teki acil ilanıma telefonumu bırakmıştım ama arayan soran yok. Aleaddin Camii’nin ordaki parkta mı yatsam diye düşünüyorum ama hem yorgunum hem de sıcak bir duşa ihtiyacım var zira yola çıkalı çok gün olmamasına rağmen yeterince tozu toprağı yedim. Müzenin yakınlarında bir otel odası tutuyorum. 45 diyor önce yap bişey diyorum. 35 diyor. 30 veririm diyorum. Tamam diyor. Sıcak su var şahane. Ayrıca TV. Önce çıkınımdan konservemi çıkarıyorum. Sanırım o gün başka birşey yemedim. Onu da yedikten sonra tişörtlerimi çoraplarımı yıkayıp sonra da kendim yıkanıp kendimi çarşıya atıyorum. Pek birşey beklemiyorum Konya’dan yada herhangi bir yerden. Şehirleri görmeye çıkmadım çünkü ben yola. Her yerde bir hedefim var şehirden oldukça uzak. Zaten Hz. Mevlana’nın müzesinin duvarının yanında küfürleşenleri görünce bu müzenin de aslında şehirden ne kadar uzakta olduğunu anlıyorum. Alışmış adamlar heralde Hz. Mevlana gibi birinin orada yatıyor olmasına. Tekrar internet kafeye gidiyorum. Nemrut ve Adıyaman için host var mı diye. Nedense herkesin işi çıkmış. J Sonra şehirde bir bankta biraz oturup insanları izledikten sonra yorgun olduğumdan mütevelli otele dönüyorum. Otelde TV izlerken Adıyaman’daki hostum arıyor. Ahmet Hoca. Adıyaman için birşeyler bulup bulmadığımı soruyor. Yok diyorum tamam diyor bende kal. Çok teşekkür ediyorum. O gece yolda tanıştığım insanlara ve Kemal’e atmak üzere aldığım kartpostalları yazıyorum. Ertesi gün şehirden ayrılırken postaneden yollayacağım. Sabah uyanıyorum. Eşyalarımı topluyorum ama not defterim yok. Not defterimde tüm şehirlerle ilgili gerekli iletişim bilgileri, günlüğüm, tanıştığım insanların kartvizitleri, kartpostallar.. hepsi gitti. Otel odasında kayboldu. Yatagın altına bakıyorum yok. Orda yok burda yok. O kadar dışarda kaldık birşey olmadı sen kalk otel odasında kaybet. Ben de anlamadım.
Otelden çıkıp merkeze gidiyorum yürüyerek. Trafik polisine Nevşehir çıkışının ne tarafta olduğunu soruyorum. Gösteriyor. Yürüyerek gidip gidemeyeceğimi soruyorum. Uzak olduğu için otobüsü tavsiye ediyor. Biraz ilerideki durağa geçip 2. Sanayi otobüsüne biniyorum. Para geçiyor mu diye sorarken önümdeki adam kartını okutuyor. Para vermek istiyorum. Kabul etmiyor. Teşekkür ediyorum.
Otostop çekeceğim noktaya gelince iniyorum. Çantamı yere koyup başlıyorum otostoba yaklaşık 10 dk sonra bir araç duruyor.
Konya – Göreme – Adıyaman - Arifiye
Konya plaka bir araç. Sürücü gençlerden. Biraz ilerde duruyor geri geri geliyor. Neresi diyor Nevşehir diyorum. Aksaray’a gidip bir gün kalıcakmış ertesi gün Nevşehir’e geçecekmiş. Aksaraya kadar bırakma teklifini kabul ediyorum.
Reklam ajansı var kendisinin il dışına da iş yapıyorlar. Hızlı hızlı gidiyoruz. Bir benzin molasından sonra beni Aksaray’da bırakıyor. Aksaray’da biraz yürüdükten sonra Nevşehir yol ayrımına girip biraz ilerleyip bir agacın gölgesi altında durup otostoba başlıyorum.
15 dakika sonra bir araç duruyor. Bir çift. Şaşırıyorum çünkü daha önce de söyledim aile olan arabalarla ilgili durumu. Alıyorlar beni. Sivas’a gidiyorlarmış. Aksaray’daki Fen Lisesi’ni kazanan çocuklarını okula kayıt ettirmişler evlerine dönüyorlarmış.
Nevşehir’in içinde bırakıyorlar beni. Arkadaşım Hakan’ı arıyorum. O Nevşehirli. Göreme’ye nasıl gidebileceğimi soruyorum. Tarifi aldıktan sonra bankadan para çekiyorum. Ucuz bir çorbacı bulup çorba içtikten sonra Göreme’ye gitmek üzere dolmuş bekliyorum.
Dolmuş geliyor. 5 yada 6 TL’ye gidiyorum Göreme’ye. Göreme’ye girerken ilk peri bacaları çok garip geliyor. Halbuki bilmiyorum ki Göreme’de manzara çok fena.Göreme’nin sırtında bir iki paralı panaromic view mekanlarını geçtikten sonra varıyoruz merkeze. Çantamı sırtlanıp kimseye sormadan sessizce Göreme’yi keşfetmeye ve yukarıdan bakmak için rampalara sarıyorum.
Dar sokakta bir evin önünde geniş ahşap bir tezgaha yayılmış salçayı görünce şaşırıp fotoğrafını çekiyorum. O ara evdeki teyze sesleniyor. Tomato tomato. Selamın aleyküm diyorum şaşırıyor. J Ben seni yabancı zannettim diyor. Yok diyorum teyze Türk’üm. Ahırdaki hayvanları görüyorum ve dayanamayıp seviyorum. Başlıyoruz muhabbete. Belki bundan 40 sene önce onlara mağarada yaşıyolar diye bakıyolardı. Gerçi hala mağarada yaşıyorlar bu gerçeği kimse değiştiremez ama çok doğal. Teyzenin iki oğlu var. Birinin Sultanahmet’te lokantası ve tur şirketi var. Japon bir gelinle evli. Diğer oğlunun Ürgüp’te develeri ve turizm şirketi var Alman bir gelinle evli. J dediğim gibi 40 sene önce belki de bu insanlara hor gözlerle mağarada yaşıyorlar diye bakıyorlardı. Salçayı soruyorum. Güneşin ısısıyla kendi kendine pişiyormuş hiç kaynatmıyormuş. Nereye kamp kurabileceğimi, yasak olup olmadığını ve yabani hayvan olup olmadığını soruyorum. Sonra da bana karşıdaki beleş tepeyi gösteriyor. Manzara orada güzel olur diyor. Oraya doğru gidiyorum.
Evet manzara çok güzel.. Göreme tahmin ettiğimden de güzel. Aslında ben buraya gelirken pek de birşey beklemiyordum ama şu an tekrar gitmeyi istiyorum. J Bu tepede epeyce vakit geçirdikten sonra arka taraflara çadır kurma düşüncesiyle keşfe çıkıyorum ve bir yer buluyorum. Çadırı kurduktan sonra gün batımını izlemek için tekrardan o tepeye gidiyorum. Belime kadar yabani ot olan tarlalardan geçerken farkediyorum ki fotoğraf makinemin pili bitmiş. J Her zaman dediğim gibi hiçbir makine gözün gösterdiğinin yanına yaklaşamaz. Gidip oturuyorum platforma ve Göreme’de yavaş yavaş akşam oluşunu izliyorum. Bel çantam hariç herşey çadırımda ve çadır da 1-2 km ötede. Acaba aşağıya inip bir iki bira yada şarap mı alsam diye düşünüyorum ama bundan hemen vazgeçip çadırıma dönüyorum.
Saat 8 gibi uyumaya çalışıyorum. Evet çok erken ama yapacak birşey yok ayrıca yarın Adıyaman’a doğru uzun bir yolum var. Ayrıca sabah güneşin doğuşunu da izlemem lazım.
Yine her zamanki gibi sağ elimin altında bıçağım var ve sol elimde biber gazım. Yastık olarak da havlumu ve polarımı kullanıyorum. Gecenin ilerleyen saatlerinde çadırın kenarına bir hayvan geliyor. Ne olduğunu bilmiyorum. Homurtusu, nefes alışverişi ve otlara basarkenki çıkardığı ses beni korkutmaya yetiyor. Nefes bile almadan dinliyorum. Saldırırsa cevap vermeye hazırım. Ama biraz kokladıktan sonra gidiyor.
Sabah karşı henüz gün ağırmamışken karşıdaki yoldaki gürültüler beni uyandırıyor. Sanırım TCK yada belediye çalışıyor diye düşünüyorum gürültülerden. Ama gözlüğümü takınca farkediyorum ki gezi balonları bunlar. Günün doğuşuna karşı büyük gürültüyle homurdanıyorlar ama balonlar biraz hava dolunca verdikleri görüntü muhteşem. Karanlığın içinde alete verilen gazla beraber çıkan alev tüm balonu karpuz lamba gibi yapıyor ve enfes bir görüntü oluşuyor. Sonra karanlıkta çadırımı toplayıp. Terasa- beleş tepeye doğru yürümeye başlıyorum. Gün ağırdıkça ortam kendini belli ediyor. Belki de 50 den 60 dan rahatça fazla balon var etrafta ve bunların oluşturduğu görüntü de muhteşem. Bazı insanlar sanırım sırf onları izlemek için terasa gelmişler. Ellerinde şarap sabahın o saatinde içiyorlar. Belki de onlar için hala akşam. Bilemiyorum. Görüntünün biraz keyfini çıkardıktan sonra Göreme’nin merkezine doğru iniyorum. Geldiğim minibüsle Nevşehir’e dönüyorum. Nevşehir’de orta halli bir mesafe yürüdükten sonra Kayseri- Malatya yol ayrımına geliyorum. Bir amca var karşıya geçmeye çalışan. Burada bekleme kimse durmaz diyor aşağıya git. Kırmamak için tamam diyorum ama biliyorum ki çoğu yerde insanların kanısının aksine burda araç durmaz demelerine karşın onlarının gözünün önünde araç duruyor ve ben binip gidiyorum. Aynısı Ulubey’de olmuştu. Ben araca bindiğimde Uşak’a gitmeye çalışan amca hala araç bekliyodu. Neyse amca karşıya geçerken benim de aracım durmuştu. Daha 2 dk olmamıştı. İlk el ettiğim araç ve bingo. Kayseri’ye kadar bırakabileceğini söylüyor ve kabul ediyorum ama bilmiyordum ki Kayseri’de 4 saatten fazla bekleyeceğimi.
Kayseri’de 4 saat bekledikten sonra beni alan kamyonla Malatya’ya kadar gidiyorum. Oradan başka bir araçla Adıyaman. Adıyaman’da bir gece kaldıktan sonra. Okulumda çıkan problemler sebebiyle dönmek durumunda kalıyorum.
Adıyaman’dan tekrar Malatya’ya dönüp trene biniyorum.
Malatya’dan Güney Ekspresi’ne binerek 29 saat sonra Arifiye’de iniyorum. Gezim böylece istediğim rotayı tamamlayamasam da aklıma gelmeyen güzelliklerle bitiveriyor. Bu tren yolculuğunu anlatabileceğimi zannetmiyorum. Zaten “yol” benim için bir histir.
Yukarıdaki yazılarımda, çıktığım bu gezideki anılarımı aktardım. Umutsuzluk, yorgunluk, hayal kırıklığı, mutluluk, heyecan gibi küçük hisler dışında pek birşeyden bahsetmedim duygu konusunda.
Bu hissi anlatacak bir lügata sahip değilim. Sadece tren yolculuğundaki fotoğrafları gösterebilirim sizlere. Gerisi laf-ü güzaf. VESSELAM !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder